Bir hikaye denemesi: Kızılcık Şerbeti

Her sabah zıkkım gibi çalan telefon alarmımı susturmak için yine ufak ve başarısız bir girişimden sonra uykunun ve tabii ki rüyanın en tatlı, minnoş yerinde gözümü açmak zorunda kaldım. Yere düşmese devam edebilirim ama işte düşünce görmeden almak biraz zor oluyor. Kafamı azıcık aşağıya sallandırıp telefonu alayım derken bir acı elimi kavradı. 
     -Isırma lan adi. Ben besliyorum seni hayvan. 
     Kendisi evin sahibesi olur. Ölmesin, yaşatalım sevap kazanalım diye aldık, besledik, büyüttük, nankörün şahı çıktı. Yemek yetiştiremiyorum artık, biraz daha yese dana yerine beş kişi buna gireriz. Sekiz kilo öküz. Ve bu hanımefendinin adı Binnaz. Başörtüsü bağlayıp mahalleye salcam, kısır günlerine katılsın diye. 
     Ailenin tek ve gözde kızı, anne ve babasının biricik prensesiyim, dersem tabii ki de olmaz. İki göz odada kız kardeşiyle yaşamaya çalışan biraz masum, biraz deli dolu, biraz asi ve birazdan öte moron bir kadınım işte. Evin diğer kişisi Aslı hanım evin ikinci sahibesi ve prensesi. Kendisi liseli bir ergen olmakla birlikte aman saçım aman kaşım diye dolanmaktan beynini geliştirmeye vakit ayıramayan şımarık bir velet. Şimdi gidip prensesimizi bir prens edasıyla öperek uyandıracağım ki şatosundan okuluna at arabasıyla yayan gitsin. 
     - Kalk kız uyan, okula geç kalacaksın. Mırın kırın etmeden kalk, yastıkla boğarım seni. 
     Gece yatmaz gündüz kalkmaz prensesin saçları öyle bir dolanmış ki, Samara görse kendisiyle  gurur duyar. Her sabah aynı teraneyi yaşamak boynumuzun borcu gibi. Gece 2'lere kadar uyumayıp telefonla oynaşır, sonra sabah hebe höbe eder, kalkamaz. Sonuç olarak çekerin ayağından atarım yataktan.
      Koşuşturmalı ve hep yetiştirmeli bir hayatım var. İstanbul'un en güzide yerlerinden olan Fikirtepe'nin -şimdilerin Yenitepesi(!)- eski yoldaşlarındanım. Arşınladığım yollar artık beni görünce dile geliyor. Her bir yerini inşaat tozları sarsa da, geceleri elinde tespihi ve bıçağıyla emoları dolaşsa da, kuytu köşelerde kilit zorlayan apaçileri olsa da seviyorum bu köhne yeri. Dikilen gökdelenler henüz elitlik mertebesine ulaştıramadı bizi ama olsun hala bekliyoruz. Reklamlardan etkilenip de Beyoğlu havasında bir yerde oturacağını zanneden yeni komşularımız da sever inşallah buraları. Kolunda bit kadar çantası, leğen kadar telefonuyla kapıdan çıkar çıkmaz "A be alırım o donunu aşaaa heee. Yırtarım şalvarını sürtük" diyen ablalarımızla karşılaşan tikicanlara da üzülmüyor değilim hani. 
     Murat Sineması'nın hemen arkasındaki sokakta oturan ben, bir avuç kalan mahalle esnafına selamlarımı gönderdikten sonra tutarım Kadıköy'ün yolunu. Hasanpaşa'dan bir börek de aldım mı miss...
     Çocukluğumun, gençliğimin bana verdikleri ve aldıklarıyla tam tamına 28 yılımı geçirdim bu caddelerde. Her sabah aynı kaldırımdan yürür, aynı yerden kahvaltımı alır ve işin yolunu tutarım. Gündüzleri halk eğitimde resim öğretmenliği yapmakla beraber, geceleri de ek olarak bir pubta çalışıyorum. Yılların emektarı Şevket amcanın yanında gecelerin keşmekeşi içinde zamanı savuruyorum. 
     Annemle babam hayatımızdan kopalı henüz 5 seneyi doldurmuşken, bir anda üzerime yığılan sorumlulukla kaç 5 diye düşünmeden edemiyorum. Kaybedilenlerin üzüntüsüne mi yanarsın yoksa bir anda defterden silinen akrabalara mı? İki kız, tabiri caizse göt gibi ortada kaldıktan sonra hayatı hızlandırılmış kurs mahiyetinde öğrenmiş oldum. 
      O sıralar kazandığım okulu devlet yardımıyla bitirmenin büyük mutluluğu ve şükrüyle hemen kendime iş buldum. Okurken malak gibi yayılamadık maalesef ki. Hem kardeşim hem okulu hem benim masraflarım derken gelen yardıma yetemediğimizden bir sürü yerde amelelik yaptım. 
     Öğrencisin, yalnızsın, ihtiyaç sahibisin ya, nelerle karşılaşırsan artık. O zaman öğrenmeye başladım, küçücük haritamda ne kadar şerefsizin yaşadığını. 
     Azmin sonu galibiyettir deyip okulu bitirdiğimde hemen halk eğitimde öğretmenliğe başladım. Şanslıyım çünkü buranın en genç öğretmeni oldum. Hem kardeşim olacak potansiyelsizliğin yakınımda olması cabası. Benim okuduğum okulu kazanmış olması azıcık onun başarısı, hakkını yemiyorum hadi. 
     Bir zamanların meşhur Kadıköy Kız Lisesi'nde son sınıfta okumakla beraber, kafasının yarısı da okul ve çevresindeki yakışıklıları (!) ayıklamakla meşgul. Zamane gençlerini anlamak inanılmaz emek istiyor ve bende o kadar boşluk yok. 

     Hergün biraz daha yaşlanmaya yüz tutan bedenimin dayanılmaz enerjisiyle kendimi atıyorum insan çöplüğünün içine ve yine başlıyor, hengamenin arasında kaybetmeye devam ettiğim zaman.
     Hikayenin devam bölümleri için: wattpad- NurAyBektass

Bir hikaye denemesi: Arkad Efsanesi -Lur Kehaneti-

Zamanın Tozları

...Ve son kılıç darbesiyle ortalığı kaplayan siyah bulutun ardından kulakları sağır edecek bir çığlık duyuldu. Göz gözü görmez halde oldukları yere mıhlanan askerler ölümün artık onlar için geldiğini düşündü. Ancak hiç beklemedikleri oldu ve bulut geri çekilmeye, etraf aydınlanmaya başladı. Kılıcın ucunda can veren adamın bedenine geri döndü. Herkes bir şey olmasını beklerken oluşan  sessizlikte sadece cesetten çıkarılan kılıcın çınlaması duyuldu. 
    Kan kokusunun toprağa karıştığı, tozun ve kanın havada aslı kaldığı anda, gözle görünenden çok daha fazla kaybın vermiş olduğu endişeyle son kez baktılar etrafa. Bitmiş miydi, yoksa ölmüşler miydi, emin olamıyorlardı. Ölmüşlerden daha az kalmış olanlar yavaş adımlarla, tedbiri elden bırakmadan toplanmaya başladılar. Sanki tek bir ses var olan sükuneti bozacakmış gibi sessiz kaldılar. Sadece ayaklarının altında ezilen toprağın çıtırtısı duyuluyordu. 
    Kral Thoredor sakince ayağa kalktı ve o da emin olmak istercesine çevresine bakındı. Derin bir nefes alıp verirken sağ gözünden bir damla yaş geldi. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir savaşı kazanmışlardı. Hiç umudu olmamasına rağmen gücünün son damlasına kadar direnmiş ve gerçekten (hiç inanamasa da) kazanmışlardı. Hem zaferin sevinci hem de kaybettiklerinin acısı ile gökyüzüne doğru bağırdı. İçindeki son nefesi kullanırcasına bağırdı. Geride kalan askerler de zaferi kutlamak için bağırmaya ve silahlarını havaya kaldırmaya başladılar. 
    Ölüm o kadar çoktu ki geniş toprakları saran cesetlerin üzerinde parmakla sayılacak kadar kalmışlardı. Bağırışları gökyüzünde yankılanırken acıları da katlanıyordu. Bazı askerler omuz omuza savaştıkları arkadaşların cesetleri üzerine eğilerek ağlıyor, yaralı olanlar ise ayakta kalmaya çabalıyordu. 
    Savaşa katılan 4 krallıktan sağ kalmayı başaran Arkad Kralı Thoredor, önünde cansız yatan adama baktı. O beden Tipis Kralı'nın oğlu Pholgard'a aitti. Tüm krallıklara ihanet eden ve bu savaşın başlamasına sebep olandı.  Onun hırsları yüzünden insanlık bu hale gelmiş, bu kadar can yitip gitmişti. 
    Thoredor, kısa süren sessizliğinin ardından Pholgard'ın gömülmesi için birkaç askeri görevlendirdi. Askerlere onu kimsenin bilemeyeceği ve ulaşamayacağı bir yere gömülmesini emrederken hala onun için üzülüyordu. Tipisli askerler kılıçlarıyla birlikte gömülürdü ve o da öyle olacaktı. Yerde yanı başında duran kılıcını eline alıp biraz inceledi. Olması gerekenden biraz daha ağır demirle dövülmüş, üzerinde yontma işaretler bulunan güzel bir kılıçtı. Kılıcının kabzasına yakın bir yerinde kırmızı bir taş vardı fakat kurumuş kanın ardından bile parladığı göze çarpıyordu. Hem özenle kesilmiş hem de doğal bir yapısı vardı. Belli bir müddet taşın parlaklığına odaklanan kral, içinden geçen tuhaf bir duyguya rağmen önemsemeyerek kılıcı askerlerden birine teslim etti. İçindeki kötü hissiyatı da Pholgard'la beraber gerisinde bırakarak kalan askerlerle birlikte eve dönüş için yola koyuldu. Tüm yaşadıklarını da mezarıyla birlikte bilinmezliğe bıraktı. 

Hikayenin devamı bu linkte:  

İzmir otobüsünden Müjdat Gezen'e iyi bayramlar tebriği (!)

Şimdi bu başlığa ne alaka, kel alaka diyebilirsiniz. Ben de en az sizin kadar şaşkın olduğumdan ne
yazacağımı da bilemedim. Bu olayı yaşamamın üzerinden aylar geçmesine rağmen, neydi şimdi bu yaa demekten kendimi alamıyorum. Bu yazımızın konusu: İzmir'e tatile giderken bir anda Müjdat Gezen'le nasıl telefonda bayramlaştık.

Üniversitede aynı sırayı paylaştığım canım arkadaşıma,İzmir'e gitmeyi planladım. Kurban bayramı dolayısıyla uzatılan tatilde bol bol hasret giderelim, 4 yıl oldu artık dedik. Uçakla gitmenin eziyetini bir kenara bırakarak kendimi otobüsle atarım diye düşündüm. İstanbul'da bir yerden bir yere gitmek, ruhunu teslim etmeye bedel zaten. Mahallemden binerim servisime, mis gibi giderim otobüsle. Kafama tüküreyim, başımı daşlara vurayım, içimdeki keyif sevdasına kurşun sıkayım. Allah o otobüse ateşler salsın.

Neyse, 1 numaralı koltuğa geçtim oturdum. Kralız ya, lüks oldun didik, tek koltuklu tarafa yayıldık. Yanımdakiyle itişip kakışma derdim de yok. Hemen yan taraftaki yolcunun, yani gelecek olan belanın, iyi yolculuklar temennisine verdiğim cevapla kendimi dönülmez akşamın ufkuna doğru usulca bırakmışım meğersem.

-İyi yolculuklar
-Sağ olun size de
-Öğrenci misiniz?
-Hayır
-Çalışıyor musunuz?
-Hayır
-!!!!!!!!......... Öğrenci misiniz?
-Hayır

Benim ona sormadığım tüm soruları kendisine sorarak cevapladı ve 8 saat süren yolculuğu bana işkence etti. Hiç susmadı, sordu, tahminlerde bulundu, anlattı ve anlattı. İzmir Buca'da evi olduğundan aldığı maaşa, sülalesindeki insan sayısından hayatının tüm kariyerine kadar her şeyi anlattı. Benim içimdeki insan kırmama sevdasının içine ilk defa lanet ettim. Hangi ünlülerle muhabbeti olduğuna, hangisinin numaraları rehberinde kayıtlısına kadar anlatmadığı bir bok kalmadı. Hepsi de onun kankası, abisi, çok sevdiği, çok sevildiği, amcası, yengesi,halasının danası falan filan...

Sıra geldi bana iş bulmayaaaaaa... 'Yazık nasıl iş bulamazsın, bak, doktorun ayağına geldi, Hazır gazetecilik okumuşsun, hemen bir şeyler ayarlayalım' demesiyle onu bunu araması bir oldu. Mola yerinde de zorla ısmarladığı çay eşliğinde sohbetine devam etti.

-Aaaa biliyo musun Müjdat abii benm çk sevfiğim bir abidir. Tanırsın Müjdat Gezen. Tiyatrocu olursun belki :D
-!!!!
-Dur hemen arıyayım da konuşturayım seni, bir merhaba dersin. Çok sever beni. Dur, dur.
-!!!!
-Alo. Nasılsın Müjdat abi, ben ..... Yanımda teyzemin kızı var, seni çok seviyor, konuşmak istiyor seninle.
-!!!!..... Merhaba Müjdat bey, nasılsınız? Teşekkürler, kusura bakmayın çok emrivaki oldu, ayıp oldu size de. Evet..... Sağlığınıza dikkat edin, ellerinizden öperim. Hoşçakalın.


Ne oldu, nasıl oldu, neden oldu, anlayamadım. Benim 'Ben ne konuştum bu adamla' şaşkınlığım esnasında Müjdat Gezen'in de 'noldu şimdi yavv' dediği de kesindir.

Geri kalan zamanda da bu kişinin konuşmaya devam ettiğini ifade etmeme gerek yok sanırım. Bu da böyle salak saçma bir anımdır işte. Ha bu arada Trabzonlu olduğumu öğrendiği zaman bana taktığı LAZ PİRENSESİ lakabını duyduktan sonra ölmediysem daha da ölmem.

Yalanı sevmem diyenin ağzına vurabilirim!

Evvel zaman içinde, hayatıma giren ve girmesiyle çıkması arasında yürüme mesafesi olan bir
sevgilim olmuştu. Sevgili dediysem öyle el ele tutuşmalar, gezmeler falan beklemeyin. İşine aşık, kafayı kırmış ama kendisini ultra zekalı ve hint kumaşı zanneden bir sığırcıktı. en sevdiğim özelliği ise en ufak bir yalandan bile nefret etmesi ve ardından adalar boyu kadar yalan söylemesiydi. Vardır etrafınızda böyle tipler. Şimdi acaba yalan söylediğini mi zannetmiyordu diye düşünmüyor değilim. Kendi söylediğine inananları duydum, bu da öyle bir şey demek ki. :)
İşin hoş kısmı bu sığırcığın benim eeeeeennnnn yakın arkadaşımın aracılığıyla tanışmamız. Beni arada şikayet ve dedikodumu ettiği bu kişi benim biricik arkadaşım. 'Ben sana söylüyorum ama aramızda kalsın bunlar' adı altında söylenenlerin bana hiç söylenmeyeceğini düşünmüş gavat. Lan her erkek bilir, kızlar arasında sır mı olur? :D Kim inanır buna yahuuu... Bu arada benimle konuştukları da aramızda kalacak itinasıyla söyleniyor. :)
Örneğin ilk uzun telefon konuşmamızda, bana zorla seni seviyorum dedirtmeye çalışan bu zat-ı sığır, arkadaşıma 'Bana seni seviyorum dedi ama ben hemen üstünü kapattım.' diyebilecek kapasitede olan bir insan.
Acaba daha neler uyduruyor diye, belli bir süre daha devam ettiğim bu itici ilişkiden sabahın köründe, karga bokunu henüz yemediği bir saatte ayrıldım. Ayyy pardon o benden ayrıldı. :) 'Gitme, hatrım kalır' diyemediiiiiimmmm, diyemediiiiiiimmmm..... :)))
Bu yazının teması ne, niye yazdın, bize ne, aman çok da şey diyebilirsiniz, haklısınız. Canım sıkıldı, yazdım. Sonuçta boktan bir deneyimi sizlerle paylaşarak etrafınızda dolanan böyle insanların ağzına sıçma desteği verebilirim. Destek için beni arayın falan filan...

Arabanıza sokayım, çocuklara bir şey olmasın :)

Küçükken oturduğumuz o garip komşularımızın olduğu apartmanın dört tarafı da bahçeydi. Bahçe gibiydi desek daha doğru olur. Fakat biz çocuklar olarak hiç oynayacak yer bulamazdık. Her bölgenin sahibi ev sakinlerimiz vardı çünkü. Ön tarafta oynayamazdık, anam terlik atardı. 'Beynimi s.ktiniz yeter, defolun gidin' diye. Sağ tarafta oynamazdık, yönetici kızardı. Ayrıca 15 numara odun atardı kafamıza. Diğer tarafta oynayamazdık, orada da Gülsüm teyze duymayan kulaklarıyla bizi duyar rahatsız olurdu. Arka bahçede hele hiç oynayamazdık çünkü oraya arabalar park edilirdi. İşte en güzel kısım :)
İnsana hep yasak olan cazip gelir ya işte. Biz de arkada oynamayı çok seviyoruz. Çocuğuz biz, top peşinde koşmak zorundayız di mi. O lanet arabalardan bize ne? Dinlemedik oynadık, dayak yedik, aileye şikayetler yağdı ama hep oynadık.
Benden 3 yaş küçük bir erkek kardeşim var ve onunla beraber büyüdük. Abim o zamanlar çalışıyor, bizimle pek işi yok. Kardeşim çok ufak tefekti ve kelimeleri tam telaffuz edemezdi. O kadar ki babam büyümeyecek bu çocuk diye dertlenmişti. Mahallede kendisine Minik Harun diye seslenirlerdi
Minik parayı çok severdi. Parayla yaptıramayacağınız iş yok. Şimdi muhasebeci siz düşünün artık:)) Para veren herkesin işini yapardı velet. Tam konuşamadığından sırf saçmalasın gülelim diye para verdikleri oluyordu. Ben fakir tabii. Ben kimim ki zaten.
Arkaya park edilen araçlardan birinin sahibi amcamız da bize uyuz oluyor o aralar. Adamın adını hatırlamıyorum ki hiç adıyla seslenmedik :D Adı RF amca!!! Neden? Çünkü plakası RF... Kardeşim öyle seslenirdi. Sırf arabasına bir şey olmasın diye bu amcamız arkada top oynayanları kardeşime söylettirirdi. Bedava iş yok para alırdı minik. Beni bile tanımazdı şerefsiz her seferinde ispiklerdi bizi herife.Adam apartmanın kapısından adım atarken görürdü, koşardı peşine 'RF amca ablam arabana top attı' Biz topuk...
O duvarların dili olsa da göt korkusuyla nasıl diğer bahçelere atladığımızı anlatsa. O arabalar yüzünden kapımızı çalanların ardı kesilmedi. Sonuç: dayak yedik :D

Garip komşular 1 -15 numara-

Ben çocukluğumu Fikirtepe'nin ara sokaklarında, çingene mahallelerinde at gibi koşarak geçirdim. Evin yolunu bulamayan serseri oğlanlar gibi mahalle maçlarında top koştururdum. Fenerbahçe stadının arka yollarına kaçar, stada girmeye çalışırdım ama aksine Galatasaraylı'ydım :) Hala daha da
Fenerbahçe Stadı'nı çok severim. Eve girmemek için her pisliği yapardım ve her seferinde bir ton dayak yerdim. Annemin dayağı meşhurdu o zamanlar. Bir insan her gün dayak yer mi arkadaş? Yiyorduk işte.
Sıradan orta halli bir ailenin ikinci ama tek kızı olmanın hüsranlığıyla, keşke erkek olsaydım isyanlarıyla büyüdüm sokaklarda. Evimizin karşısındaki kocaman boş arazide istisnasız her gün mahalle maçında oynardım. Birçok kız gibi ergenliğe girene ve hatta çıkana kadar yaşadığım cinsiyet çatışması yüzünden yediğim azarlar ve dayaklara aldırış etmedim. Ama şimdiye kadar hiç de duygusal boşluğunu yaşamadım o köteklerin. Ya da hayatımın hiçbir döneminde önüme çıkıp da karanlığa itmedi beni.
Çocukluğumda hep şöyle olmuştu ühüüüüüüü diye hiç ağlamadım mesela:))  Canım anam ne güzel döverdi diyorum hep :D Kazık kadar olduk şimdi tabii ama istese yine girişir, maşallahı var. Her neyse :)
Oturduğumuz apartmanda deli bir kadın vardı. Adı Nurşen'di sanırım ama hala emin değilim. 15. dairede oturduğu için onun adını 15 numara koyduk. 'Anne 15 numara geliyo', '15 numara yine dellendi' falan :)) O zamanın aklı anlamıyoruz tabii meğersem kadın şizofrenmiş. Apartman sakinlerine yapmadığını bırakmadı. Mesela onun yüzünden her hafta adliye yollarını arşınlardık. Gecenin 3'ünde evimizi silahlarla polisler basardı.'Evde terörist besliyor bunlar' diye şikayet etmiş bizi manyak. Geceleri elinde baltayla mumla kapıları dinlerdi. Teyzem denk gelmiş kapı deliğinden bir keresinde. Az daha can veriyordum oracıkta dedi :) 4. kattaki evinden aşağıya odun atardı bize. Yoğurt da salladığı oluyordu arada.
Bir keresinde anamın yanından geçerken 'Bak ben patlıcan gibi karıyım, senin gibi çiroz değilim' dedi, bir yandan da kıçını avuçluyor tabii :D O zamanlar Ayşe Özgün'ün bir programı vardı. Programa çıkıp bizi şikayet etti. Arkama adamlar takıyorlar, evime girip çıplak fotoğraflarımı çekiyorlar, pazara bozuk yoğurt veriyorlar ben onları alıp yiyeyim diye... Daha neler neler... Babam kadını hayatında en fazla 3 defa görmüştür. Sabah çıkar akşam gelir adam evine. Mahkemede 'beni takip ediyor, beni rahatsız ediyor' diye şikayette bulundu.
Onun dairesinin önünden geçerken merdivenleri 3-5 atlayıp inerdik ki kapıyı açıp bize bir şeyler fırlatmasın. Ev sahibi olduğundan kovduramadılar kadını ya da hiç kovmaya niyetlenmediler bilmiyorum artık.
Eğer hala yaşıyorsa ömrü bol olsun  15 numaranın :)

Bir daha ki yazıda da RF Amcayı anlatayım barii. :D:D:D

MİNİK BEDENLERDEN ELİNİZİ ÇEKİN!!!

Şu satırları yazmak bile çok zor. Bizim sadece duyduğumuz bu büyük acıyı, o küçücük bedenlerin
yaşadığını bilmek kahrediyor yürekleri. Her şeyin de bir sınırı vardır illa ki diye düşünüyor, daha vicdansızı olmaz diye bekliyoruz ama sonra bir bakıyoruz ki daha beteri yaşanmış. İnsan her acıya katlanmayı öğreniyor da buna katlanamıyor.
Büyük meziyetlerle dünyaya getirdiğin, gözünün önünden ayırmadığın, üstüne titrediğin, canının da canı o  küçücük minnacık bedene başkası kıyıyor. Gece gündüz başında beklediğin günler gelir aklına. ona geleceğine bana gelsin dersin. Bir kadın olarak, her an her şeye maruz kalabileceğini bilerek yaşadığın şu coğrafyada, dünyanın en masumuna, meleklerin yanından ayrılmadığı o sabiye kirli bir elin değmesi... Her gün daha da çirkinleşen bu dünyaya getirdiğimiz çocuklarımızı, her gün daha fazla korumak zorundayız artık.
Kendi çocukluğumu düşünüyorum. Sokakların çocuk seslerinden inlediği zamanları... Ne zaman insanlar çocuklara karşı bu kadar kötü gözle bakar oldu? Ne zamandan beri kapımızı açtığımız komşularımız, yavrularımıza pis emellerle yaklaşır oldu? İnsan her seferinde daha fazla hayret ediyor. Olamaz diyorsun, oluyor. Yapmaz diyorsun, yapıyor. 
Bir insan evladı, kendi cinsel açlığını giderebilmek için o ufacık bedeni kullanıyor. Tazecik bedenini parçalamaktan hiç ama hiç geri kalmıyor ve bu eylemini 'İHTİYAÇ' olarak adlandırıyor. 
İHTİYAÇ!!!!
Şu ülkede nefret ettiğim en pislik kelime belki de. Her şeyin sığınağı. Her şeyin başı. Her şeyin açıklaması. Her şeyin savunması. Her şey... Erkeklere bahşedilmiş büyük meziyet. Tabii ki de sadece erkeklere. Aksini düşünmek namussuzluk çünkü. Ne yaparlarsa yapsınlar, arkasına sığındıkları bir kurtuluşları var. 
Şimdi herkes üzülüyor, kınıyor, vahşet olarak görüyorlar. Küçük bir bedene dokunmak herkes için vahşet. Hiç kimsenin hak etmediğini çocuklar görünce köpürenler, yarın yine bir kadın tacizinde 'AMA'larla başlayan cümleler kuracaklar. Bugünkü vahşet yarın bir kadın için 'gitmeseydi, yapmasaydı, giymeseydi' diyerek haklı bulunacak. Allah'ın verdiği penisiyle ahkam keserek 'tahrik' etti, nidalarıyla kadını suçlayacaklar. İşte o riyakarlar bugün üzülecek, sadece bugün. 
Türkiye artık kadınlar ve çocuklar için, hiçbir yerin güvenilir olmadığı bir ülke. Her anımızda arkamızı kolladığımız şu zamanda bir de çocuk yetiştirmek ne kadar da acı. 
Pis ellerinizi ÇOCUKLARIMIZDAN ve KADINLARIMIZDAN uzak tutun. Dilinize pelesenk olmuş ataerkil her türlü düşünceyi ve ahlaksızlığınızı da...

--PEDOFİLİ SUÇTUR!!!--

Bir hikaye denemesi: Kızılcık Şerbeti

Her sabah zıkkım gibi çalan telefon alarmımı susturmak için yine ufak ve başarısız bir girişimden sonra uykunun ve tabii ki rüyanın en tatl...